25 Mart 2012 Pazar

Basel'de Nerede Kalınır?

Adagio City Basel Hotel

Basel'e gitmeye karar verince ilk iş tabii ki uçak bileti ve oteli ayarlamak oldu. Uçak biletlerimizi Pegasus'tan aldıktan sonra otel arayışlarına başladık. Yurt dışı tatillerinde otellerimizi genelde Booking.com üzeriden yaparız. Bu sefer de aynı şekilde booking.com'da dolaşırken Adagio City Basel Hotel'i gördüm. Accor otel zincininin bir halkası olan Adagio, hem kalitesiyle hem de fiyatıyla bize uygun geldi ve 2 gecelik seyahatimizde orada kalmaya karar verdik.



Kısa tatiller için otel seçerken göz önünde bulundurduğum en önemli iki nokta; otelin temiz olması ve şehir merkezine yakınlığı. Türk milleti olarak birçoğumuz temizliğe önem verdiğinden ve yabancıların bize göre temizlik eşiği biraz daha düşük olduğundan otel seçerken özellikle otelde daha önce kalan müşterilerin yorumlarını dikkatli okuyun ve temizlik not ortalamasına bir bakın derim! Olabildiğince yüksek not alanlardan seçmenizi tavsiye ederim.















Bir diğer önemli nokta da otelin şehir merkezine olan yakınlığı. Yurt dışı gezilerinin en önemli noktalarından biri de şehri yürüyerek keşfetmektir. İstediğiniz kadar önceden planlayarak gezin yine de yürüyerek gezdiğiniz yer kadarını göremezsiniz. Tabii bu bir seçimden ibaret. Eğer zamanınız kısaysa o zaman ya toplu taşımayı daha fazla kullanacaksınız ya da listenizdeki gezi mekanlarını azaltacaksınız :) Oteliniz merkeze ne kadar yakınsa, ulaşım o kadar kolay olacağından vaktinizi daha verimli kullanabileceksiniz. Yurt dışı gezilerinde genelde zaman önemli bir nokta olduğu için bu önerime kulak verin derim.



Adagio Basel'e gelecek olursak; Otel merkeze yürüyerek 10 dk. ve her türlü toplu taşımayla da ulaşmak mümkün. Bu yüzden biz lokasyon açısından çok memnun kaldık. Temizlik konusunda ise İsviçreliler zaten Türklerle yarışacak kapasitede olduğu için o konuda da herhangi bir problem yaşamadık. Ayrıca odamız apart otel kıvamında olduğundan çok rahat bir konaklama yaşadık. Marketten istediğimiz her şeyi alıp buzdolabında saklayabildik. Kettle'da su ısıtıp çay kahve yapabildik. Odada mikrodalga fırın bile vardı :) En sonunda da bulaşıklarımızı yıkayıp odadan ayrıldık.



Basel'e bir daha gitsem yine kesinlikle Adagio Basel City'de kalırım. Sizlere de tavsiye ederim. Avrupa'da birçok yer varken niye Basel'e gideyim dediğinizi duyar gibi oluyorum ama özellikle haftasonu kaçamakları için Pegasus'ta ucuz bilet de olduğu için bu seçeneği göz önünde bulundurun derim ;) Basel şehir yazısını başka bir yazıda yazacağım. Herkese iyi seyahatler şimdiden...




23 Mart 2012 Cuma

İsviçre Mutfağından: Fondü

Bir İsviçre Geleneği

İsviçre Mutfağı'nın en önemli geleneklerinden biri olan fondünün temeli peynirin bir kap içinde eritilmesine ve bu erimiş peynire uzun çatallarla ekmek ve sebze parçaları bandırıp yemeye dayanıyor. Genelde toprak, seramik ya da dökme demir bir kapta yapılıyor ve bu kap bizim ispirto ocaklarının bir benzeri olan hafif bir ateş üzerine oturtularak sıcak tutuluyor. İsviçreli'ler fondüyü  bir yemek olarak da yiyor. Fondünün yapımı  çok kolay. Bunun için öncelikle içinde peyniri eriteceğiniz bir kaba ve sonra da bu kabı üzerine oturtacak bir ısıtıcıya ihtiyacınız var. Piyasada komple fondü setleri satılıyor ve masa üzerinde hayli şık duran bu setler tüm işinizi görüyor.



Geleneksel İsviçre fondüsü, İsviçre’nin ünlü iki peynirinin eşit miktarda karışımından yapılıyor: Emmental ve gruyer. İsterseniz farklı peynir karışımlarını da deneyebilirsiniz; örneğin gorgonzola veya rokfor ile krem peynir karışımı, ya da eski kaşar ve Kars gravyeri karışımı gibi :) Peynirlerin topaklanmaması için sosa birkaç damla limon suyu koymalısınız. Fondü hazırlarken ilk yapmanız gereken, fondü kabının içine yarım diş sarmısağı bastıra bastıra sürerek tencerenin veya kabın dibiyle kenarlarına sarmısak lezzetini geçirmek. Ardından, kullanacağınız sıvıyı kaba koymak. Bu sıvı geleneksel olarak beyaz şarap, ama şarap yerine bira, su veya süt de koyabiliyorsunuz. Şarabı ısıtıp ateşi kıstıktan sonra rendelediğiniz peynirleri azar azar kaba katıp karıştırıyor ve erimesini sağlıyorsunuz. Bu şekilde tüm peynirler eriyene dek karıştırarak sosu hazırlıyorsunuz. Bu aşamada karışımın içine bir veya iki kaşık kirsch (kiraz likörü) eklemek ádetten. Ama bulamazsanız aynı miktarda viski koyabilir ya da bu malzemeyi tamamen es geçebilirsiniz. Artık fondü kabını sofraya getirip ısıtıcının üzerine oturtabilirsiniz.















Fondü'nin adı Fransızcadan geliyor: Fondre (erimek) ve fondue (eritilmiş). Ortaya çıkış öyküsü de hayli enteresan. Bundan yüzyıllar öncesinde İsviçreliler yaz sonunda ve sonbaharda, kış boyunca erzak olarak tüketmek için ekmek ve peynir üretip depolarmış. Ancak zamanla bu ekmekler bayatlayıp sertleşir ve bazen ancak baltayla doğranacak hale gelirmiş. Peynirler de gün geçtikçe taşlaşırmış. Ama zamanla, yine İsviçre’nin yöresel bir ürünü olan şarabı bu sertleşmiş peynirle karıştırıp ısıttıklarında kalın ve lezzetli bir sos elde edebildiklerini görmüşler. Dahası, bayat ekmekleri bu sosa bandırdıklarında ekmekler yumuşayıp yenebiliyor, hatta bayağı lezzetli bir hal de alıyormuş. İşte bunun üzerine aileler ocağın önüne dizilir, ateşin üzerindeki kara tencerede kaynayan bu sosa bandıra bandıra yeni keşfettikleri bu yemeği yermiş. Fondü, İsviçre dışında 1960’lı yıllarda tanınmış ve ABD’de 1970’lerin en ’in’ yemeği haline gelmiş.












Kim ne derse desin benim favorim Çikolatalı fondü :) Siz de takdir edersiniz ki özellikle çilek, kivi ve muzla yapılan çikolata fondünün tadına doyum olmaz ;) Peynir fondü bana biraz ağır geldi ama beyaz şarapla romantik bir akşamda denenebilir tabi. Hepinize afiyet olsun...




21 Mart 2012 Çarşamba

Turistlerin Dahi Vazgeçemediği Tat

Karaköy Güllüoğlu

Baklava deyince aklınıza ne geliyor? Benim ilk aklıma gelen Karaköy Güllüoğlu :) Baklava, Türkiye'deki her pastanede ve pek çok restorantta bulunan bir tatlı olsa da, her baklava ne yazık ki aynı lezzette olmuyor. Yufkaların hazırlanmasında kullanılan unun ve tereyağının kalitesi, baklavaların pişirilmesi, şerbetin kıvamı, kullanılan fıstığın, cevizin kalitesi, ustanın mahareti gibi pek çok faktör baklavanın kalitesini belirliyor. Sizi bilmem de benim için bir baklavaya çatalı batırdığınızda çıkan hışırtı, kalitesi hakkında çok büyük ipuçları veriyor :)



Güllüoğlu baklavalarının geçmişi 1871’de Güllü Çelebi’nin Antep’te kurduğu baklava imalathanesine uzanıyor. Ailenin dördüncü kuşağı Hacı Mustafa Güllü İstanbul’un ilk fırınlı baklavacı dükkanını 1949 yılında ‘Karaköy Güllüoğlu’ adıyla açmış. Mustafa Güllü’nün altı çocuğu olur, kızı ve bugün ünlü bir onkolog olan İbrahim Güllü bu işi yapmazlar ama Nejat, Nadir ve Ömer Güllü babalarının yolunu takip eder, hep beraber çalışırlar. 1986 yılında Nejat Güllü işleri büyütmek istediği, baba Mustafa Güllü “Çok para insanı bozar” düşüncesinde olduğu, Nadir Güllü de butik kalmak istediği için yolları ayrılır. Bugün, Nadir Güllü’nün babası ve kardeşi Ömer ile birlikte ‘Karaköy Güllüoğlu’ olarak tek şubesi var. Nejat Güllü ise Güllüoğlu markasıyla üretim yapıyor. Baklava ve diğer ürünlerle beraber konsept dükkanlarını dünyaya taşımak hedefiyle yoluna devam ediyor. Faruk Güllüoğlu ise daha başka bir sektörde reçel, helva gibi ürünler yapıyor.












Farkları ne derseniz biri yoğun insan emekli, diğeri makine destekli seri üretim yapıyor. Kullanılan malzemelerin her birinde kaliteli olduğunu düşünüyorum ama bana senin tercihin ne diye sorarsanız ben Karaköy Güllüoğlu’ndaki tamamen el emeği göz nuru baklavaları tercih ederim. Nadir Güllü, çok farklı bir kişilik. Üretimde, pazarlamada, iletişimde, reklamda, basınla ilişkilerde hep o var. Üniversitelerin işletme bölümlerinde marka üzerine dersler veriyor. Yıllar içinde deneyimleriyle oluşturduğu felsefesini anlatmadan duramıyor: “Kontrol edilemeyen güç, güç değildir, bilmediğin işi yapmayacaksın. Taşı delen suyun gücü değil, damlaların sürekliliğidir.” Karaköy Güllüoğlu'na gittiğinizde kendisini görmeniz yüksek olasılık.











Karaköy Güllüoğlu’nda yufkayla, fıstıkla bademle yapılan hemen her çeşit tatlı ve börek var. Şeker hastaları için ‘Diabak’ light baklavaları ve düşük kolesterollü zeytinyağlı baklava ‘Medibak’ ise kendi geliştirdikleri ürünler. Karaköy Güllüoğlu günlük satışların yanı sıra Four Seasons, Pera Palas, Çırağan gibi otellere ve Feriye, Borsa, Sunset gibi lüks restoranlara baklava türü yufkalı tatlıları sağlıyor. Zaten bu tarz yerlere de Karaköy Güllüoğlu'ndan başka baklava olmazdı :) İmam Çağdaş'ta da yiyen biri olarak benim favorim hala Karaköy Güllüoğlu! Özellikle çikolatalı baklavayı herkese tavsiye ediyorum :) Ama taklitlerinden sakının ve diğer Güllüoğlulları ile karıştırmayın. Eğer Karaköy'e gidemiyorsanız internetten de sipariş verebilirsiniz. Herkese afiyet olsun...



18 Mart 2012 Pazar

Çanakkale Destanı

Mehteran Konseri

Haftasonu planımızı yaparken farklı bir şey yapmak istedik ve Çanakkale Zaferi'nin yıl dönümü anısına düzenlenen Mehter Konserine gittik. Rus Kızıl Ordu Korosu ile verdikleri konserle hatırlanan, İstanbul Tarihi Türk Müziği Topluluğu Mehter Takımı, Mehterbaşı Kürşat Tuncay yönetiminde Cemal Reşit Rey Konser Salonu'nda sahne aldı. Çanakkale Zaferi'nin yıldönümü münasebetiyle, şehitlerimiz türküler, marşlar, ilahiler ve şiirlerle anıldı.


İstanbul Tarihi Türk Müziği Topluluğu Mehter Takımı, 32 kişiden oluşuyor. Mehterbaşı, 63 yaşındaki Kürşat Tuncay, 1967 yılından beri 45 yıldır mehter takımında görev yapıyor. Dünyanın hemen her yerinde senfoni orkestralarıyla, caz orkestralarıyla birlikte konser veren, müzik festivallerinde sahne alan İstanbul Tarihi Türk Müziği Topluluğu Mehter Takımı'nın yurtdışında en çok Japonya'da sevildiğini biliyor muydunuz? Ben duyunca bayağı şaşırdım :)



Mehter'in tarihini biraz araştırınca, Dünyanın en eski askeri bandosu olduğunu öğrendiğim mehtere ilk olarak Orhun Kitabeleri'nde rastlandığını öğrendim. Hunlardan beri Türk savaş tekniğinin vazgeçilmez unsuru olan askeri müziğin amacı, çok uzaklardan duyulan ve gitgide yaklaşan gök gürültüsüne benzer bir sesle düşmanın moralini bozup, karşı tarafta psikolojik olarak savaşacak güç bırakmamak. Böylece savaşı en kısa zamanda bitirip, asker kaybını önlemekmiş. Osmanlı'ya ise mehter, Anadolu Selçukluları'ndan geçmiş. Cumhuriyet döneminde de devam ederek günümüze kadar uzanmış. Artık eski işlevini görmüyor tabii ki, ancak sembolik bir önemi ve anlamı var :)



Çok değişik bir konser olduğunu belirtmek istiyorum. Farklı bir deneyim. Konser çıkışı nereyi fethediyoruz diye birbirinize soruyor olabilirsiniz şimdiden uyarayım :) Şaka bir yana, 18 Mart Çanakkale muharebesini anlattığı için biz gerçekten bayağı duygulandık...Gidip izlemenizi tavsiye ederim. Herkese iyi seyirler...



15 Mart 2012 Perşembe

Dukan Diyeti'nin Püf Noktaları

Yaza Hazır mısınız?

Yaz gelirken özellikle bayanlarda kilo verme yarışı start aldı. Eğer siz de bu yarışın içindeyseniz işte size herkesin merak ettiği Dukan Diyeti'nin püf noktaları!



1- Dukan Diyeti 4 aşamadan oluşuyor ve her aşamanın kendine has kuralları var. 1. evrenin adı atak evresi! Bu evrede sadece proteinlerle beslenebiliyorsunuz. Bu bölüme yiyebileceklerinizi özetlersek;

  • Az yağlı etler: Dana ve sığır, ancak sığır etinin antrikot ve pirzolası hariç. Etlerin ızgarada pişirilmesi ya da yağlarının alınarak kızartılması gerekiyor.
  • Sakatat: Karaciğer, böbrek. Dana ve sığır dili (sığırda dilin ucu)
  • Yağlı, yağsız, beyaz ya da siyah etli, çiğ ya da pişmiş bütün balıklar
  • Bütün deniz ürünleri (kabuklular ve yumuşakçalar)
  • Derileri hariç olmak kaydıyla; ördek ve kaz dışındaki bütün kümes hayvanları
  • Yağsız jambon, yağsız hindi ve tavuk dilimleri
  • Yumurta
  • Yağsız süt ürünleri
  • Tuz oranı yüksek olmayan 1.5 lt su
  • Yulaf kepeği galetası ya da süt veya süt ürünlerine katılmış 1.5 çorba kaşığı yulaf kepeği










Bunların dışında istediğiniz kadar çay, kahve içebilirsiniz ancak şekersiz olması kaydıyla tabii ki! Bir de günde 20 dk. zorunlu yürüyüş olduğunu unutmayın!
Bu bölüm en zor bölüm olmakla birlikte, yukarıda saydıklarımı sınırsız yiyebiliyor olmanız da bir avantaj ;)

2- 2. aşama seyir dönemi. Bu dönemde 1 gün protein 1 gün protein+sebze yiyebiliyorsunuz. Yiyebileceğiniz sebzeleri şu şekilde sıralamak mümkün: Domates, salatalık, turp, ıspanak, pırasa, taze fasülye, lahana, mantar, kereviz, kuşkonmaz, rezene, tüm salata türleri, patlıcan, kabak ve hatta havuç yemeye izinlisiniz! Ancak burada da önemli bir nokta var: Sadece 1 öğünde sebze yiyebiliyorsunuz ve etin yanında yemeniz gerekiyor.
Kesinlikle yememeniz gerekenler ise; patates, mısır, bzelye, nohut, fasülye, bakla, mercimek vb.
Bu aşamada yürüyüşü 30 dk'ya çıkarmayı unutmayın!



3- 3. aşama ise verilen kiloyu geri aldırmayan güçlendirme diyeti yani vazgeçilmez geçiş dönemi. Bence bu diyetin en zor dönemi kesinlikle bu dönem! Çünkü verdiğiniz her kilo başına 10 gün bu aşamayı sürdürmeniz gerekiyor. Yani 6 kilo verdiyseniz, 60 gün=2 ay bu aşamayı sürdürmeniz lazım.

Bu bölümde de hem sebze hem protein tüketimi yapıyorsunuz ancak bu kez istediğiniz miktarda, istediğiniz öğünde yani canınız nasıl isterse öyle yiyebiliyorsunuz. Ayrıca şimdiye kadar adı hiç geçmeyen meyveleri de günde 1 öğün olmak üzere bu bölümde tüketebiliyorsunuz. Buradaki favori meyveler ise; elma, çilek, frambuaz, kavun, karpuz, greyfurt, kivi, şeftali, armut ve mango.

Yine koruma aşamasında; hamur işleri, 2 dilim kepekli ekmek, mercimek, pirinç ve patates, kuzu budu gibi yiyecekler de yiyebiliyorsunuz ancak bunlar listenin sonunda tabii ki :)
Son olarak; yine bu dönemde bir gün atak diyetindeki gibi sırf protein yemeniz gerekiyor!



4- 4. ve son aşama ise son koruma evresi. Burada artık günlük yaşamınıza geri dönebiliyor, her şeyden azar azar yiyebiliyorsunuz ancak burada da dikkat edilmesi gereken nokta her haftanın perşembe gününü atak diyeti şeklinde uygulamak yani sadece protein tüketmek!
Dukan, yulaf kepeği yemeye her daim devam etmenizi öneriyor. Ve son sözü asansör kullanmayı bırakın ve merdiven inip çıkın diyerek bitiriyor.












Görüldüğü gibi bu süreç gerçekten çok uzun bir süreç! İşin en önemli yanı da psikolojisi...Bence önce kendinize sorun: Buna ne kadar hazırsınız?! Eğer ben bu yola baş koydum, artık kararlıyım, ne derse yapacağım diyebiliyorsanız öyle başlayın derim! Şahsen ben başladım ama bakalım ne kadar devam edebileceğim? :)

Eti çok seven bir insan olarak atak dönemini çok kolay atlatırım sanıyordum ama o kadar zor geldi ki anlatamam! Evde olanlar daha şanslı tabii ama ofis ortamında bu diyeti uygulamak çok daha zor. Ben henüz 2. aşamadayım, kendimi 1. aşamadakilere göre nispeten daha şanslı görüyorum. Ancak bu zorlu yolda daha ne kadar devam edebileceğimi zaman gösterecek :) Denemek isteyenlere şimdiden kolay gelsin diyorum ;)




13 Mart 2012 Salı

Rembrandt ve Çağdaşları

Karanlıkla Işığın Buluştuğu Yerde

Hollanda ve Türkiye arasındaki diplomatik ilişkilerin 400. yılı dolayısıyla hazırlanan “Rembrandt ve Çağdaşları -Hollanda Sanatının Altın Çağı” sergisi, 22 Şubat'ta Sakıp Sabancı Müzesi'nde (SSM) açıldı. Sergide, Hollanda resminin önde gelen 59 sanatçısına ait 73 tablo, 19 desen ve 18 obje yer alıyor. 












Sergi, Hollanda resim sanatının Avrupa resmine getirdiği yeniliği, ışığı kullanımdaki ustalığını, dönemin atmosferini ve sanata yansımasını geniş bir çerçevede ele almış. Sergide, Rembrandt ve diğer Hollandalı ressamların gözünden 17. yüzyıldaki Hollanda toplumuna, kent ve kırsal kesimdeki yaşamı hakkında bilgi edinebilirsiniz. Bu eserler Türkiye'de ilk kez sergileniyor. 











Sergide Rembrandt'ın 10 eseri bulunuyor. Ayrıca dönemin önemli isimleri arasında gösterilen Johannes Vermeer'in “Aşk Mektubu” adlı eserini de görebilirsiniz. Frans Hals, Jan Steen ve Jacob van Ruisdael gibi pek çok ismin eserlerini görücüye çıkaracak olan sergi, 10 Haziran'a kadar sanatseverler tarafından gezilebilecek. 















Bizim de geçen haftasonu gidip görme fırsatını bulduğumuz sergiyı açıkçası başarısız buldum! Zaten çok fazla eser getirilememiş, bunun dışında Rembrandt'ın adı kullanılmış ancak sadece 10 adet eseri var, onların da yarısı çizim! Asıl önemli olan eserleri, tanınan bilinen tablolarından hiçbiri sergide yok. Yine klasik bir "adını kullanıp sergiye izleyici çekelim, 3-5 eser de olsa yeter" sahteciliği görüyorum. Bence bizim müzelerimizin en büyük sorunu bu! Tabii ki her türlü sanat eserini görmek çok güzel ancak bu şekilde olunca şahsen ben kendimi kandırılmış hissediyorum. İnsan Rembrandt deyince aklına ilk olarak "The Night Watch" geliyor mesela, Louvre'da bulunan "Portrait of Hendrickje Stoffels" geliyor...ama ne yazık ki bu eserleri göremiyoruz. Zamanınız varsa, gidilip görülebilir ancak beklentinizi yüksek tutmayın, yoksa siz de benim gibi hayal kırıklığına uğrayabilirsiniz. Gideceklere iyi gezmeler diliyorum...




11 Mart 2012 Pazar

Doğu'dan Batı'ya Sesler

Erdal Akkaya ft. Duisburg Filarmoni Orkestrası

İstanbul Filarmoni Orkestrası konserinden sonra (daha önce başka bir yazıda yazmıştım) klasik müziği ne kadar özlediğimizi fark edip en kısa sürede başka bir klasik müzik konserine daha gidelim diye düşünmüştük. Duisburg  Filarmoni konserini görünce fırsat bu fırsat kaçırmayalım dedik. Konserin Aya İrini'de olduğunu öğrenince keyfimiz daha da yerine geldi. Aya İrini'nin akustiği Türkiye'de başka bir salonda yok bence. İlk defa klasik müzikle sazın birlikte olduğu bu konseri gitgide daha fazla merak ediyorduk.















Klasik müziğin doğduğu Avrupa'dan, bağlamanın merkezi olan Anadolu'ya uzanan bir coğrafyada, müzik türleri farklı olmasına rağmen gönüller aynı sahnede buluştu! Bu yazıda sizlere Almanya'nın en köklü filarmoni orkestralarından olan 134 yıllık Duisburg Filarmoni Orkestrası ve ülkemizin önde gelen bağlama virtüözlerinden biri olan Erdal Akkaya konserinden bahsediyor olacağım. "Doğudan Batıya Sesler" başlığıyla gerçekleştirilen konserde, seyirci olarak bizler Schubert ve Aşık Veysel'i birlikte dinleyerek resmen mest olduk.











1877 yılında, 30 müzisyenin bir araya gelerek "viyola şapel" adıyla kurduğu Duisburg Filarmoni Orkestrası; bugün Almanya'nın en büyük senfoni orkestralarından biri olarak, 15 farklı ulustan 93 müzisyenin oluşturduğu dev bir kadroyla bir asırdan fazladır dünya sahnelerinde yer alıyor. Geniş bir kadroya sahip Duisburg Filarmoni Orkestrası'na şeflik yapan Hendrik Vestmann; 2001 yılından bugüne dek MDR Senfoni Orkestrası, Duisburg, Bochum, Düsseldorf, Nürnberg, Norddeutsche Rostock, Halle Devlet Orkestrası gibi dünyanın tanınmış birçok senfoni orkestralarını yönetti.












Erdal Akkaya'yı daha önceden tanımıyordum ancak yaptığı farklı yorumların yanı sıra, geleneksel bir yönü de bulunuyor. Akkaya; müzik kariyeri boyunca Zülfü Livaneli, Özdemir Erdoğan, Mikis Theodorakis, Maria Farandouri, Lies Bethlist, Al Di Meola, İlhan Erşahin, Ara Dinkjian gibi evrensel sanatçılarla aynı sahneyi paylaşmış. Aya İrini'deki konserin ilk bölümünde Duisburg Filarmoni, Schubert'ten Si Minör Senfoni'yi çaldı. İkinci bölümde Erdal Akkaya ile birlikte sahne aldılar ve  Yalnızlık, Haydar Haydar gibi eserlerinde bulunduğu Anadolu türkülerini birlikte çaldılar. Üçüncü bölümde Duisburg Filarmoni yine solo olarak Mendelsshon'dan Senfoni 4'ü çaldıktan sonra finali Erdal Akkaya ile birlikte yaptılar.

Konser çok keyifliydi; Duisburg Filarmoni gerçekten çok iyiydi. Sazla batı enstrümanlarını bir arada çalmak ne kadar zorsa dinlemek de bizim için bir o kadar zevkliydi. Ancak Mart ayında Aya İrini'de konser düzenleyen organizatörlerin hiç aklı yok sanırım! Resmen soğuktan donduk ve maalesef salon ilk yarıda neredeyse boşalmıştı :( Ama insanlara hak vermedim değil, çünkü gerçekten çok soğuktu! Benden size tavsiye hazirandan önce Aya İrini'de konsere gitmeyin, olur da giderseniz en kalın giysilerinizi giyin :) Bu konserin 1-2 ayağı daha olacak bildiğim kadarıyla, gidin izleyin derim. Profesyonel bir Filarmoni Orkestrası nı canlı izlemek için birebir ;) Herkese iyi seyirler şimdiden...



9 Mart 2012 Cuma

Nişantaşı'nın Yeni Trendi

PiPa Restaurant

İtalya'da yaşamadan önce de İtalyan lezzetlerini çok severdim ancak orada gerçeğini yedikçe daha da bağlandım. İstanbul'da hangi italyan restaurant'ına gitsem genelde hayal kırıklığıyla dönüyorum ancak geçen cuma tanıştığım PiPa bu yargıyı kırdı gibi! Süleyman Nazif Sokak’ta yer alan mekanı dıştan görünce nasıl bir yer olduğunu hiç fark etmiyorsunuz, içeride bambaşka bir dünya var. PiPa adını ‘pizza’ ve ‘pasta’nın ilk iki harflerinden alıyor. PiPa, Corridor ve Den Cafe’nin kurucularının da ortak olduğu bir mekan. Uzun bir koridor, açık mutfak derken asıl alana geliyorsunuz. Ortada bar, kenarlarda masalar. Camla çevrili sigara içilen bir alan da var, arka tarafta bir bahçe ve güzel havalarda üstü açılabilen cam tavan da. Dekorasyonu yapan ünlü eğlence mekanı mimarı Mahmut Anlar.














Corridor ve Den Cafe'yi de bünyesinde barındıran Concept Masters, PiPa’yı kurgularken “gizemli ve keşfetme duygusunu” öne çıkartan bir konseptle yola çıkmış. Mekanın esas kapalı alanını giriş, personel birimleri, tuvaletler gibi yan fonksiyonlarla ayırıp, mekanda ilerledikçe PiPa konseptinin ana dekoru olan ve yarı şeffaflıkla sergilenen mutfağın önünde Napoli’ den getirtilen pizza fırını ve de merkezdeki bar ile mekan kurgusu tamamlanmış. Otomatik olarak açılabilen şeffaf çatısı ve yan cam panelleri ile de bahar aylarından itibaren mekan, yaza merhaba diyebilecek bir nitelikte tasarlanmış.












PiPa’nın kurucu ortaklarından olan, mutfak direktörü Napoli doğumlu, ödüllü şef Enzo Carbone önderliğinde hazırlanan menüde Türkiye’nin ilk gerçek Napolitan odun fırını pizzaları dikkat çekici. Menü hazırlanırken İtalya’dan getirilen zeytinyağı ve Buffalo mozzarella ve Martelli kullanılıyor. Menüdekilerin hepsi oldukça lezzetli görünüyordu ama hepsini yiyemezdik tabii. Başlangıç olarak italyan şarküteri tabağı ve fesleğenli ekmek istedik. Ana yemek olarak da 3 kişi pizza da, 1 kişi ise makarna da karar kıldı.















Başlangıç olarak önce kuver geldi. Ekmeklerimizi zeytinyağna banarak yemeğimize başladık :) Arkasından gelen fesleğenli cherry domatesli ekmekleri görünce ağzımızın suyu aktı! Ama ısırınca neredeyse dişlerimiz kırılıyordu. Tüm yemekler odun ateşinde pişiyor. Ekmekler de ateşten nasibini almış ve inanılmaz sertleşmişti. Normalde fesleğenli ekmeğin ne çok sert ne de çok yumuşak (domatesin suyunu çekmiş olduğu durumlar) makbul değildir. Neyseki domatesler çok lezzetliydi ve kemire kemire ekmeklerimizi bitirdik :)















İkinci başlangıcımız daha önce de söylediğim gibi italyan şarküteri tabağıydı. Ahşap bir tabağın üzerinde 3-4 çeşit italyan peyniri ile birkaç çeşit jambon ve reçel geliyor. Jambonların domuz eti olduğunu söylemeliyim, domuz eti yemeyenler bu tabağı istemesin. Ana yemeklerimizden biri sağ üst resimde gördüğünüz deniz mahsullü makarnaydı. Pipa'da yemeğin lezzeti kadar sunumun da güzel olduğunu belirtmek istiyorum. Bir de porsiyonlar gerçekten çok büyük, kalabalık değilseniz bizim gibi aç gözlülük yapıp bir sürü başlangıç söylemeyin derim :)












Gelelim pizzalara; benim pizzam klasik quattro formaggio yani dört peynirli pizzadır. Pizzalar odun hamurunda piştiği için tam Napoli pizzası kıvamındaydı, peynirlerin tadı süperdi ancak benim pizzam biraz fazla yağlıydı. Masadaki diğer iki kişi daha önce başka bir mekanda görmediğim bir Pipa spesyali olan rulo pizza yedi. Rulo pizza içerisine farklı malzemeler konabiliyor. Bir kişi margarita, bir kişi de zeytinli biberli akdeniz pizza yedi. İkisinin de tadı çok güzeldi, buraya yazabilmek için bizzat kendim de denedim :)












PiPa’ya ismini veren pizzaları da makarnaları da çok başarılı bulduk. Gelgelelim yine bir pipa spesyali olan özellikle kadınları mest eden nutellalı pizzanın yeri başka! Bu kadar yemeğin üzerine masaya 1 adet aldık ve herkes birer dilim yedi ama emin olun 1 dilimi bile herkese yetti. Üzerindeki bol fındık ve pudra şekeriyle tam bir lezzet patlaması yaşadık :)

Gündüz 12:00’den gece 01:00’e kadar kapıları açık olan PiPa, 23:00’e kadar mutfak hizmeti veriyor. mekanın özel otoparkı da Nişantaşı için bulunmaz nimet. Pipa gerek ortamı gerekse yemekleriyle benden tam not aldı. İtalyan tatlarını sevenlere kesinlikle öneriyorum. Herkese afiyet olsun...



8 Mart 2012 Perşembe

Vogue Vip Alışveriş Partisi

Marni at HM Çılgınlığı!

Daha önceki yazımda Marni at Hm ile Vogue'un birlikte düzenlediği ön alışveriş partisine davetli olduğumu belirtmiştim. Böyle bir partide herkes gibi ben de rahat rahat alışveriş yapabileceğim, alışveriş yaparken de kokteylimi yudumlayıp müzik dinleyeceğimi hayal etmiştim! Hayal diyorum çünkü ortam çok farklıydı, kimsenin umduğu gibi değildi. 











İstinye Park'taki parti 19:30'da başlayacaktı ancak ben işten çıktığım için ancak 20:05'te orada olabildim. Lcv yaparak gidilen partide, kapıda elinde dosyalarla bekleyen kişiler vardı ve ancak listede ismi olanlar girebiliyordu. Yani aşağı yukarı kaç kişinin geleceği önceden tahmin edilebilirdi. İçeri girip Marni koleksiyonunun olduğu tarafa doğru yöneldiğimde gözlerime inanamadım! Koleksiyon yarım saatte tamamiyle tükenmişti. Böyle bir parti yapıp üstüne sunulan ürün sayısının doğru planlanamaması açıkçası beni çok şaşırttı. H&M'den daha planlı bir organizasyon bekliyordum. O kadar yol gidip, bırakın alışveriş yapmayı koleksiyonu bile görememek gerçekten büyük bir hayal kırıklığı oldu! 















Parti'den biraz bahsedecek olursak birçok ünlü Marni elbiseleriyle birlikte oradaydı. İlk gözüme takılanlar arasında Tuba Ünsal, Eda Taşpınar, Ayşe Kucuroğlu, Begün ve Aslı Şen, Feryal Gülman, Gül Saygı, Başak Fransez ve Deniz Marşan (Aşk-ı Memnu'nun stil editörleri), Wilma Elles (nam-ı diğer Caroline), Tülin Şahin ve Naz Elmas oldu. Vogue partiye çok iyi hazırlanmıştı ama kimsenin bu kısmı gördüğü yoktu tabii ki. Herkes bir şeyler kapmanın peşindeydi. Kasalardaki sıra ancak 22:00 gibi eridi. 















Versace koleksiyonunda İngiltere'deydim ve açıkçası çok da önemsememiştim ama Marni'de daha bir heyecan yaptım. Davet edilen 1000 kişinin arasında olmak ne kadar güzelse sonuca ulaşamamak da bir o kadar kötü oldu. Neyse, bir dahakine diyelim. Hala bir yerlerde koleksiyondan parçalar bulursanız kaçırmayın :) Herkese iyi alışverişler...