29 Kasım 2011 Salı

Yaşasın Bugün Cuma!

T.G.I. (Thanks God It is) Friday's

Londra'ya gidecek olanlar yemek için mekan bakındıklarında gözlerine çarpan iki steak zinciri göreceklerdir. Bunlardan biri TGI Friday's diğeri ise Angus Steak House. 1965’te Alan Stillman tarafından New York City’de Frist Avenue ve 63. Cadde’nin köşesinde açılan T.G.I. Friday’s, 1990 yılında tüm dünyada 169 restorana ulaştı. Alan Stillman, NewYork, Manhattan’da doğmuş. Gençliğinde tek isteği müzisyen olmakmış. Konservatuara gitmiş, lise yıllarında müzikallerde rol almış. Ergenlik sonrası sesi değişince işsiz kalmış.  Üniversite yıllarında kendi deyimiyle ‘kızlarla daha kolay ve rahat’ tanışabilmek için küçük bir bar açmaya karar vermiş. Annesinden aldığı 5000$ kredi ile 63. Cadde’de, sonrasında da tüm dünyaca bilinen ilk ‘T.G.I. Friday’s’i açmış. 











Alan Stillman TGI Fridays'i şöyle anlatıyor: “T.G.I. Friday’s’ten önce 4 tane 25 yaşında kadının Manhattan’da tek başlarına gidebileceği ve rahat edebilecekleri hiçbir yer yoktu. Bir bakıma, bir ilki gerçekleştirdik. Daha önce yapılmamış bir şeyi gerçekleştirdik. İnsanların kendilerini evlerinde hissetmelerini istedim. Bunun yanında bir fark da yaratmak gerekiyordu. Mesela, burgerleri, muffin ekmeğine koyduk. İnsanlara değişik geldi. Çalışanlara, boyuna çizgili beyzbolcuların giydiklerine benzer t-shirtler giydirdim. Sonrası çorap söküğü gibi geldi. Üç ay sonra kapıda, 25-30 metre kuyruklar oluşmaya başladı. Altı ay içerisinde Newsweek, Times gibi dergiler bizimle ilgili haberler yapmaya başladı.”










TGI Friday's 'in atmosferi klasik bir pub gibi ama tabii ki daha genişi. Farklı dekorasyonu ve ışık düzeni de hemen dikkat çekiyor. Her ne kadar artık İngiltere'deki mahalle pubları bile eskisi gibi olmayıp, artık bayanların da rahat gidebildikleri yerler olsa da yemekleri daha kaliteli olduğu için gençler TGI'a daha çok tercih ediyorlar. Biz Londra, Leicester Square'dekine gittik. Rezervasyon almıyorlar, ilk gelen oturur mantığı var ama özellikle akşam saatlerinde sıra beklemeniz yüksek olasılık. Biz 45 dk sıra bekledik! Bu kadar sıra olmasının nedeni çok aşırı talep veya mekanın küçük olması değil, ingilizlerin saçma kuralcılığından kaynaklanıyor. Şöyle anlatabilirim ki; mekanda 2-4-6 kişilik masalar var ve eğer siz iki kişiyseniz dört kişilik masa boş da olsa kesinlikle sizi oturtmuyorlar, iki kişilik masalardan biri boşalana kadar bekletiyorlar!















Menüye bakınca hemen bir hamburger veya steak seçmemiz gerektiğini anladık, TGI'da usül bu :) Başlangıç olarak ben pesto pomodoro (domatesli fesleğenli ekmek) istedim, eşim de teksas barbeque soslu tavuk kanadı istedi. Pesto pomodoro hayatımda yediğim en kötü pesto pomodoroydu! Bbq soslu tavuk ise tam tersi süperdi. Burada tamamen kültürel bir olay görüyoruz diye düşünüyorum. İngilizlerin barbeque soslu tavuğu iyi yapabilmesi ne kadar normalse pesto pomodoroyu kötü yapması da bir o kadar normal çünkü mantığını, kıvamını anlamamış, özümsememişler. 











Ana yemeklerde ise ben hamburger istedim, eşim de shrimp steak combo diye bir yemek istedi. Gelen hamburgerin görüntüsü, sunumu vs süperdi ama tadına gelince yine bizim damak zevkimize uymayan bir tat! İngilizlerin her yemeğe tatlı koyma huyunu bir kez daha görmüş olduk. Soruyorum size: Bir insan hamburgerin içine hangi mantıkla marmelat koyar?! Hala düşündükçe sinir oluyorum! Ben başlangıcı olduğu gibi ana yemeği de pek yiyemedim. Diğer ana yemekse gayet başarılıydı, sadece pilavi basmati pirincinden yapıldığı için pilavdan çok lapaya benziyordu ama onun dışında tadı çok da kötü değildi.











Bu kadar şeyden memnun kalmayınca tatlı istemedik tabii ki. Benim size tavsiyem bu kadar beklemeye, bu kadar kötü bir servise değmez. Kesinlikle tavsiye etmiyorum! Bu arada ucuz bir yer de değil, daha önceki yazılarımı okuyanlar bilir genelde fiyat yazmıyorum ama bu kez söylemeden edemeyeceğim. Bu yediklerimiz artı iki kolaya 50 pound hesap geldi. Eğer Londra'ya kadar geldim, güzel bir steak yemek istiyorum diyorsanız o zaman Aberdeen Angus Steak House'a buyrun. Herkese şimdiden iyi gezmeler ve afiyet olsun ;)



28 Kasım 2011 Pazartesi

Taverna'da Nostaljik Bir Gece

Ümit Besen'le Nostalji Gecesi

İki üç yıldır dönem dönem hep gündemimize gelen bir konudur Ümit Besen'i canlı izlemek ancak yurt dışında yaşadığımız için bir türlü gidememiştik. Geçen hafta bu planımızı hayata geçirmeye karar verdik ve cuma akşamı için Mercan Restaurant'ı arayıp yer ayırttık. Cuma yaklaştıkça heyecanımız daha da arttı ve sonunda büyük gün geldi :)













Program saat 20:30 - 21:00 civarı yemekle başlıyor. Biz 21:00'a doğru oradaydık. Yemekte piyanist şantör biri çalıyor :) Neyseki çok uzun bir evre değil :P Yemek meze tabağı, salata, barbunya ve içeceklerle başlıyor. Restaurant fix menü ile çalışıyor, fiyata meze tabağı, salata, kişi başı belirli miktarda içki (20 cl rakı, 2 bira, 30 cl şarap) ve ana yemekler dahil. Menünün fiyatı 90 tl.










Piyanistten sonra sahneye çıkan şarkıcının sesi daha iyiydi. Güncel şarkıları söyleyerek ortamı Ümit Besen'e hazırladı. Bu ara bir yandan da yemeklerimizi yedik. Ana yemeklerden ben kuzu şiş istedim, annem ve eşim de köfte istediler. Hayatımda yediğim en kötü kuzu şişi yedim desem yalan olmaz! Köftelerse biraz daha iyiydi. Genel olarak yemekleri çok kötüydü ama gelenlerin hiçbiri bunu dert ediyor görünmüyordu.















Yaklaşık 1,5 saat sonra, gece yarısına doğru Mercan iyice dolmuştu. Artık herkes Ümit Besen'in sahneye çıkmasını bekliyordu. Ta ta ta taaaaammm: ve karşınızda Ümit Beseeeen :)) Siyah takım elbisesiyle Ümit Besen kapıdan girince bir anda ışıkların rengi değişti ve her yer dumanla kaplandı. Hangi şarkıyla programa başladığını tahmin ediyorsunuz sanırım: Nikah masası! Benim de Ümit Besen'in sözlerini bildiğim tek şarkısı olduğundan şarkıya eşlik ettim. Çiftler dans ederken hemen bir "Alışmak sevmekten daha zor geliyor" şarkısı başladı. Tavernaya gitmişken istek yapmadan olur mu? Tabii ki bu usulü de yerine getirmeden çıkmadık oradan. Bildiğim son şarkı olan "Baharı bekleyen kumrular gibi"yi bizzat ben kendim istedim ve hemen istek parçam çalındı :)















Ümit Besen sahnede yalnızca 1 saat kaldı. Gerçi çok garipsememek lazım, ne de olsa taverna kültürü eskisi kadar popüler değil artık günümüzde. Bizim için çok farklı bir deneyim oldu. Daha önce Yunan tavernasına gitmişliğim vardı ama ilk defa bir Türk tavernasına gittim. Filmlerde gördüğümüz ortam biraz daha güncellenmiş haliyle karşımızdaydı. Mercan'la ilgili birkaç şey daha eklemek istiyorum. Mekan kesinlikle çok pejmürde. Dekorasyonun değişmesi gerekiyor. Gidenlerin bu konuda fazla beklentisi olmamalı, yoksa benim gibi hayal kırıklığına uğrayabilirler. Gerçi onlara hak vermemek de elde değil çünkü mekan sadece cuma ve cumartesi doluyor, diğer günler neredeyse bomboş. Yemekler ise dekorasyondan daha kötüydü, ben sadece mezeleri yedim. Sonuçta gitmeyi düşünenlere tavsiyem ne için gittiğinizi bilerek gidin. Eğer arkadaşlarınızla, eşinizle veya ailenizle birlikte Ümit Besen dinleyip nostalji yapmaya, eğlenmeye gidiyorsanız eğlenirsiniz; ama hoş bir ortam ve yemek de beklerim ben diyenlerdenseniz gitmeyin derim yoksa sadece hayal kırıklığı olur. Biz ilk gruptandık, uzun zamandır gerçekleştirmek istediğimiz planlardan birini gerçekleştirmenin huzuru ve mutluluğuyla eve döndük :) Gitmeyi düşünenlere şimdiden iyi eğlenceler ;)


27 Kasım 2011 Pazar

Blog Ödülleri 2011

Ben de adayımmmm :)

Blog'umu okuyan ve takibe alan herkese öncelikle çok teşekkür ediyorum. Sizlerden gelen yorumlarla blog'da değişiklikler yapıyorum, yazılara ekleme yapıyorum, sorularınızı cevaplarken sizlerden de birçok şey öğreniyorum.  Blog Ödülleri 2011'de gezi kategorisinde aday olduğumu sizlere bir de buradan duyurmak istedim. Desteğiniz benim için gerçekten çok önemli. İki dakikanızı ayırıp benim için oy kullanırsanız çoookk sevinirim :) Şimdiden teşekkürler. 



24 Kasım 2011 Perşembe

Queen Şarkılarıyla Müthiş Bir Gece

We Will Rock You Müzikali

Son İngiltere seyahatimizde hangi müzikale gitsek diye düşünürken, daha önce izlediklerimizi çıkarınca geriye en mantıklı seçenek olarak "We Will Rock You" kaldı. Müzikali anlatmaya başlamadan önce kısaca Queen'den bahsetmek istiyorum. İngiliz rock grubu Queen, 1970 yılında “Smile” grubunun dağılma sürecine girmesi sonrasında Brian May, Roger Taylor ve Freddie Mercury tarafından Londra’da kuruldu. Bir yıl sonra John Deacon‘un katılımıyla grup tamamlandı. 70′lerin sonlarında üne kavuşan grup bugün hâlâ geniş bir hayran kitlesine sahiptir. Her ne kadar grup özellikle Amerikalı eleştirmenler tarafından önemsenmemişse de arena rock, glam rock, hard rock, heavy metal, pop rock ve bunun gibi daha nice müzik türüne büyük katkılarda bulunmuştur.












1999 yılında Channel 4 tarafından düzenlenen “Music of the Millenium” anketinde Queen tüm zamanların en iyi ikinci grubu seçildi. Kariyeri boyunca Queen’in toplamda 18 albümü, 18 single’ı ve 8 DVDsi 1 numaraya yükseldi. Dünya çapında 300 milyon adet albüm satan grup, bu satışların 35.5 milyonunu ABD’de yapmıştır. 













2002 yılında İngiliz komedyen ve yazar Ben Elton tarafından May, Taylor ve Robert De Niro’nun katkılarıyla hazırlanan “We Will Rock You” müzikali Londra West End’de bulunan Dominion Theater’da 10. sahne yaşını kutladı. Şu ana kadar Madrid, Barcelona, Sydney, Perth, Köln, Kuala Lumpur, Güney Afrika, Las Vegas ve Zürih’de sahnelendi. Londra gösteriminin Ekim 2006′da bitirilmesi planlandıysa de halktan gelen yoğun talep nedeni ile gösterim süresiz olarak uzatıldı. Böylece daha önce Grease’in elinde bulundurduğu Dominion Tiyatro’sunda en uzun süre sahnede kalan müzikal rekorunu da eline geçirmiş oldu. 










Müzikalin konusunu şöyle özetleyebiliriz: Gelecekte (2300 yılında) artık her şey tek düze olmuş, müzik de sadece günümüz popu benzeri, birbirinin aynı müziklerden ibaret olmuştur. İnsanlar düşünmüyor, devlet yöneticilerin kendilerine dayattıkları hayatı yaşıyorlar. Sadece iki kişi eski tınıları hatırlıyor ve yavaş yavaş rock müziği hatırlayarak anarşist bir ortam yaratıyorlar. Bu iki kişi (müzikalin ana karakterleri) bir grup rockerla karşılaşıyor ve böylece şarkıları hatırladıkça söylüyorlar. Otoriteye karşı koymaktan tutuklansalar da asilerin yardımıyla kaçıyorlar ve "simge gitar"ı bulup çalmaya başlayınca şarkı sözlerini hatırlıyorlar. Gezegenin yöneticileri tutuklanıyor, halk uyanıyor. 











Müziği, Queen'i, Rock'ı ve interaktiviteyi sevenlere yani hemen hemen herkese tavsiye ediyorum :) Londra'daki müzikallerin bence en önemli yanı sahne! Les Miserables'ta da sahneye hayranlıktan müzikale konsantre olamamıştım :) We Will Rock You'daki sahnede inanılmazdı. Gezegenin kötü kraliçesi ve yardımcısının sahnelerinde, sahne yaklaşık 2 metre yukarı, 10 metre de ileri çıkıyordu! Seyircinin kendisini müzikalin içinde hissetmesi için her şey yapılmış. Benim size tavsiyem ilk 5 sırada izlemeyin, biz ilk sıradaydık ve bazı şeyleri kaçırdık bu yüzden. Son bölümde herkesin şarkılara katıldığını söylemeden de geçmemek lazım. Hiç öyle "sahne var, sessiz sedasız izleyelim" konseptine uyan bir performans değildi. Bilakis, tam tersine herkesi şarkılara eşlik etmeye çağırdılar ve süper bir ortam oluştu. Londra'ya gidip müzikal izleyecek olanlara kesinlikle tavsiye ediyorum. Şimdiden iyi seyirler, iyi eğlenceler :)


21 Kasım 2011 Pazartesi

Holiganizmin Merkezinde Bir Maç Macerası

Emirates'te Benzersiz Bir Atmosfer

İngiltere'de yaşadığımız dönemde bir Londra takımının maçına gitmeyi çok istemiştik ancak taraftarlık İngiltere'de o kadar farklı bir anlam taşıyor ki "gerçek" taraftar olmayan maça bilet bulamıyor! Bilet sistemi şu şekilde işliyor: Bilet almak isteyenler web sitesinden alabiliyor ancak biletin satışa açılması kademe kademe oluyor. Tarihler üyelik sistemine göre belirleniyor. Bilet satışı ilk olarak platin üyelere (gruplar her takımda farklı adlandırılmış olabiliyor) açılıyor. Platin üyeleri en iyi yerden kombine bilet alan taraftar grubu olarak düşünebilirsiniz. Bu grup, biletler satışa açılır açılmaz altı kişiye bilet alabiliyor. Bunlardan sonraki grup altın üyeler. Bunlar da dört kişiye kadar bilet alabiliyor. Gruplar bu şekilde ilerlerken biletler hızla tükeniyor ve genellikle en alttaki üye grubuna veya hiç üye olmayanlara bilet kalmıyor. Bu üyeliklerin bedelleri de Platinum'a doğru gidildikçe artıyor tabii :) 











Yukarıda saydığım nedenlerden ve Londra'da bulunduğumuz tarihlerde bu maç olduğundan dolayı biz Arsenal - West Bromwich Albion maçına gittik. Maça gitmeden önce "Yaa bu takımla da zevki çıkmaz maçın" diye düşünürken ambiyansı görünce düşündüğümüzün büyük bir hata olduğunu gördük. Yarım saat önce stada geldik ve metro istasyonundan başlayan inanılmaz bir kalabalık vardı. Türkiye şartlarına göre düşününce liderliğe oynayan takımlardan birinin ligin vasat takımlarından biriyle maçı gibi düşünebilirsiniz. Ancak İngiltere'de taraftarlar takımını inanılmaz destekliyor ve her maçta saha doluyor. Stada girerken standart güvenlik önlemleri var; çantanıza bakıyorlar, X-ray'den geçiriyorlar; içeride su vs aldığınızda şişeyle vermiyorlar. İngilizlerin sürekli bira içtikleri düşünülürse bunun ne kadar mantıklı bir şey olduğunu görülebilir :)












Maç başladığında stat tamamen doluydu, her iki takımın taraftarları da takımlarına büyük destek veriyordu. Tezahüratları ilk başta anlamasak da biz de kısa sürede adapte olduk :) Olur da Arsenal maçına giderseniz, Arsenal'in tezahüratları şu şekilde: Who are you? (kimsin sen?), You are shit and you know you are (siz b.ksunuz ve bunu biliyorsunuz) ve her golden sonra uzuuuun uzuuunn Arsenal diye bağırıyorlar. Statta o kadar heyecanlı bir atmosfer vardı ki ilk 10 dk'dan sonra biz de kendimizi kaptırıp bir Arsenal taraftarı kadar tezahürat yapar olduk! Biletimiz kale arkası tribündeydi ve ilk yarıda bütün ataklar bize doğru oldu, ardından goller de gelince süper bir maç oldu.












Maçta, West Bromwich Albion taraftarlarını Arsenal taraftarlarından daha çok takdir ettik çünkü bir avuç taraftar zaman zaman koskoca stadı susturdu. Bir de iki takımın taraftarları arasındaki atışma var ki sırf bunun için bile maça gidilebilir. Biz şans eseri tam rakip takım taraftarlarının yanındaki tribünden bilet almışız, bütün eğlenceyi izledik :) Maç boyunca iki takımın taraftarı karşılıklı atıştı, birbirlerine laf attılar ama bunlar asla küfür değildi. En ufak bir taşkınlık imaresinde İngiliz polisi hemen harekete geçti. Polis, holiganizmi böyle bitirdi. Birkaç uyarıya rağmen hala aynı taşkınlığa devam edenleri kamerayla çekiyorlar ve bir daha stada sokmuyorlar! Kimse bunu göze alamadığı için davranışlarını ona göre ayarlıyor.



İngiltere'ye seyahat edeceklere tavsiyem eğer zamanınız varsa mutlaka bir maça gidin ve asıl heyecanı, taraftarlığı, stadyum polisini orada görün. Hop oturup hop kalkacağınız bir 2 saat sizi bekliyor ;) Bu deneyim için şimdiden iyi eğlenceler diliyorum sizlere :)

15 Kasım 2011 Salı

Fransız Lezzet Ustası

Paul Cafe 

1889'da Fransa'da kurulan küçük bir fırınla işe başlayan Paul Cafe, tam bir Fransız klasiği. Geleneksel fırıncılık ve pastacılık kültürünün korunması ile ilgili ilkelerinden ödün vermeyen kurum, pişirme usüllerini koruyarak bugüne taşımışlar. Paul, fırın-pastane-cafe kültürlerini bir arada bulacağınız keyifli bir yer. Geleneksel tuğla fırında ustaların hazırladığı, nefis kokulu taze ekmeklerle yapılmış sandviçleri, tezgahlara taşınan croissantları, kekleri, taze meyvelerle hazırlanan tartları, özel tarifli krepleri ve salataları yemek, Paul'u diğer cafelerden daha farklı bir ortama taşıyor. Paul’de geleneksel pastacılık ve fırıncılık kültürünün korunması adına kendine özgü ekmekler, saf tereyağlı pasta çeşitleri, sandviçler, krepler üretiliyor. 












Paul Cafe'ye girdiğinizde, o kendisine has, geçmişin nostaljik etkilerini taşıyan atmosferin etkisine kapılıveriyorsunuz. Ben kahvaltı için gitmiştim Paul Cafe'ye, direk sandviçlere yöneldim. İtalya'dan kalma alışkanlıkla mozarella, domates ve fesleğenli sandviçi hemen gözüme kestirdim :) Sandviçin ekmeği, domatesi, fesleğeni süperdi de, mozarellası hayatımda yediğim en kötü mozarellaydı! Ne tadı vardı ne tuzu, ben de bu yüzden biraz tuz döktüm, o zaman bir şeye benzedi :P Yanında çay ve donut almıştım, mozarellanın aksine çok güzel bir çay eşliğinde süper bir çikolatalı donut yedim. Paul'e rastlarsanız mutlaka donut'ı deneyin derim.













Yukarıda rastlarsanız dememin nedeni malesef Türkiye'deki Paul Cafe'lerin kapanmış olması :( Ortaköy, Yeniköy ve Bebek tarafında oturanlar hatırlar muhtemelen, sabahları önünden geçerken çok güzel kokardı. Yurt dışına çıktığınızda, özellikle kahvaltı mekanı ararken bir uğrayın derim. Paul'un klasik cafe menüsünün yanında bonfile çeşitleri, krep, salata, omlet gibi seçenekleri de var. Paul, Londra'da saat 08:00-20:00 saatleri arasında hizmet veriyordu ama tabi bu ülkeden ülkeye değişebilir.  Paul'de hafif alkollü içecekler ve paket servisi de mevcut. Şimdiden afiyet olsun herkese :)





12 Kasım 2011 Cumartesi

Michelin Yıldızlı Bir Restaurant'dan İzlenimler

Tom's Kitchen (Tom'un Mutfağı)

İngiltere'de yaşadığımız sürede çok konuşulan, birbirinden tamamen farklı karakterde olan iki meşhur şef vardı. Bu İngiliz şeflerden biri, birçoğunuzun duyduğunu düşündüğüm, şeften ziyade şovmen de diyebileceğimiz Jamie Oliver. Jamie başka bir yazının konusu olabilir ama bu yazının konusu diğeri, gerçek bir şef olan Tom Aikens. Tom Aikens hem karakter olarak hem de tarz olarak bir şefin özelliklerini daha çok taşıyor. Ortalıkta çok görünmüyor, herkese sempatik olmaya çalışmıyor, sadece yemekleri ve restaurantlarıyla gündeme geliyor.











Jamie Oliver'ın yemeklerini televizyondan görüp tanıdığımız için onun restaurantına gitmeyi hiç düşünmedik! Bir kere İngiliz'den şef olmaz zaten ama Tom Aikens uluslararası otoritelerden de birçok övgü aldığı için denemeyi çok istedik. Son Londra seyahatimizin doğumgünüme de denk gelmesi sebebiyle bu kez kesin gidelim diye düşündük ve Tom's Kitchen'ın Chelsea şubesine rezervasyon yaptırdık. Rezervasyonsuz gitmeyi denemeyin, çünkü günler sonrasına ancak yer bulabilirsiniz! Biz de bunu bildiğimiz için 1 hafta öncesinden rezervasyon yaptırmıştık :)



Yemeklere yorum yapmadan önce biraz ambiyanstan bahsetmek istiyorum. İçeride sade ve şık bir ortam oluşturulmuş. Masa ve sandalyeler ceviz rengi ve masif ağaçtan yapılmış. Mutfak, açık mutfak olarak konumlandırılmış ama havalandırma sistemi özellikle düşünülmüş ki içeridekilerin üstüne yemek kokusu sinmesin. Bir de hijyeni önemsediklerinden olsa gerek, mutfak açık mutfak da olsa daha geride konumlandırılmış. Ne yapıldığını görebiliyorsunuz ama hiçbir şekilde müdahil olmanız mümkün değil.











Menüden başlangıç olarak ilk gözümüze kestirdiğimiz tavuk ciğeri ve domates salatası oldu. Yemekleri beklerken biraz açlığımızı bastırırız diye düşündük :) Gelen tavuk ciğeri pek beklediğimiz gibi olmadı! Hatta görünce bayağı şaşırdık diyebiliriz :) Bir tahtanın üzerinde sunulan tavuk ciğeri, zeytin ezmesi kıvamındaydı. Bildiğiniz rondodan geçirilmiş! Yanında kornişon turşu, mısır ekmeği ve marmelat ile birlikte geldi. İngilizlerin her yemeğe inatla tatlı ekleme geleneğinin burada da devam ettiğini gördük. Marmeladın sadece tadına baktık; kahvaltıda olsaydı güzel olabilirmiş ama tuzlu bir yemeğin yanında yemek bize hiç hitap etmedi. Tavuk ciğerinin görüntüsü bize başta itici geldiyse de tadının görüntüsünden daha iyi olduğunu söylemek mümkün! Ama yine de turşu olmasaydı sanırım yiyemeyecektik. Bu başlangıçta en başarılı olansa sıcacık gelen mısır ekmeğiydi. Yemekten önce gelen tereyağını üzerine sürüp afiyetle yedik :) Gelen diğer başlangıç olan domates salatası da hiç beklediğimiz gibi değildi. Chery domateslerin yanında sarı domatesler ve turp vardı. Ciğer tabağına oranla bize daha normal göründü ve onu daha çok beğendik diyebilirim.


Başlangıçlardan bir yarım saat - 45 dk sonra ana yemeklerimiz geldi. Ben bu tarz yerlerde riske girmemek için genelde kuzu tercih ederim. Çünkü hem etin ne olduğu bellidir, hem de steak olarak gelmez. Böylece az pişmiş, çok pişmiş derdi olmaz. Kuzu genelde iyi pişirildiği için garanticiler için iyi bir seçenektir. Zaten et menüsünde çok fazla tercih de olmadığından ben yine kuzu istedim, eşimse bir deniz mahsulleri insanı olarak balık istedi. Yemekler gelince ben yine ufak çaplı bir çok geçirdim! Hayatımda ilk defa kuzunun steak olarak geldiğini gördüm! Ve daha da kötüsü bana nasıl pişmesini istediğimi sormadılar. Gelen kuzunun bir tarafı kanlıydı ki benim asla yiyeceğim bir şey değil. İyi pişen tarafını yedikten sonra gerisini bıraktım. Eşimse gelen balıktan gayet memnundu. Kısaca balık tavsiye ediyoruz ancak kuzu isterken dikkat edin derim. Az pişmiş sizin için fark etmiyorsa o zaman içiniz rahat olsun, tadı güzeldi çünkü. Kuzunun yanında aşağıdaki resimde de görebileceğiniz gibi patates püresi geldi ki İngilizlerin en başarılı olduğu yemek! Tadı çok güzeldi. Balık da domates ve kuru erikle servis edilmişti. Gördüğünüz gibi her yemeğe bir tatlı ekleme çabası devam ediyor! :)



Yemeklerin yanına bir de parmesan peyniriyle kızartılmış patates istemiştik. Bu kadar şeyin arasında tadı en başarılı olan oydu. Ancak onun da getirildiği kap çok tuhaftı. O kadar lüks bir restaurantta bildiğiniz alüminyum hatta teneke tarzı bir kapta geldi patatesler. Dizayndır o diyenleriniz olduğunu görüyorum ama fotoğrafa bakarsanız hiç de öyle olmadığını göreceksiniz :) Yemeklerden sonra tatlı yesek mi yemesek mi diye bayağı bir düşündük ve denemeye karar verdik. Daha garantici olup profiterol istedik. Gelen profiterolun hamuru ve içindeki malzeme süperdi ancak bunun da çikolata sosu çok azdı. 



Günün sonunda o kadar methedilen bu restorana notumuz 10 üzerinden 5! Bizim damak tadımıza hitap etmedi pek açıkçası. Diğer yemek yazılarımı okudunuz mu bilmiyorum, aslında öyle çok her şeyi beğenmeyen veya yeniliklere çok kapalı bir tip değilimdir ama bu sefer biraz pişman oldum diyebilirim! Denemek isteyenlere tavsiyem iki kere düşünün. Londra'da çok daha güzel restaurantlar var. Bir de yazılarımda fiyattan pek bahsetmiyorum bildiğiniz üzere, çünkü kaliteli bir yemeğin her zaman o paraya değdiğini düşünürüm. Ama burada dikkatli olun derim :) Gitmek isteyenlerin sorularına her zaman açığım, unutmayın ;) Yolu düşenlere şimdiden afiyet olsun.




Belçika'dan Dünyaya Yayılan "Organik" Tatlar

Le Pain Quotidien

Son İngiltere seyahatimizde kahvaltı için nereye gitsek diye düşünürken tam otelimizin yanındaki Le Pain Quotidien'i gördük. Daha önce Kanyon'da da dikkatimi çekmişti ancak hiç denememiştim. Fırsat bu fırsat bir deneyelim dedik. Le Pain Quotidien'in hikayesi Belçikalı şef Alain Coumont'un yemeğe duyduğu tutkunun  yanı sıra lezzete ve kaliteye verdiği önemle başladı. Alain Coumont, Belçika'da küçük bir çocukken,sayısız saatlerini sandalyesinin üzerinde, büyükannesinin ekmek yapışını izleyerek geçirmiş. Brüksel'de genç bir şef olan Alain Coumont, çalıştığı restoran için uygun ekmeği bulamayınca, çocukluk yıllarından gelen ekmek tutkusuyla ilk fırınını 'taze, günlük ekmek' anlamına gelen 'Le Pain Quotidien' adı ile açtı.










Alain Coumont’un iyi bir günlük ekmek yapma fikrinden yola çıkarak başlattığı ‘Le Pain Quotidien’ bir fırın olmakla birlikte bir pastane, bir kafe ve ekolojik ürünlerin satıldığı bir yer aynı zamanda. Sadece ekmekler değil burada bulunan tartlar, croissant’lar, brownie’ler, muffin’ler, reçeller, ballar, bitki çayları ve daha birçok doğal ürün de sağlıklı ve lezzetli. Ayrıca tatlı ve tuzlu, kepekli, yulaflı, katkı maddesi kullanılmadan yapılan diyet kurabiye çeşitleri de paket olarak satılıyor. 












Yukarıdaki resimler bizim gittiğimiz, Londra Regent Street'deki Le Pain Quotidin'den. Türkiye'de hiç denemedim ama bu tarz zincirlerde genelde aynı tatlar ve aynı kalite oluyor. Bu yüzden referans alabilirsiniz bence benim yorumlarımı :) Menüde bize en yakın tat olduğu için çekici gelen mantarlı omlet ve peynirli-domatesli croissant oldu. Omlette biraz hayal kırıklığına uğradık çünkü mantarlı omlet denince mantarları omletin içinde bekliyor insan her zaman olduğu gibi ancak gelen tabakta sade bir omlet, yanında ise buharda pişirilmiş mantar duruyordu :) Croissant'ımız ise gayet başarılıydı. İçecek söylerseniz çok ilginç bir şekilde kase de geliyor. Çay ve kahve istedik, kulplu fincan / kupa falan beklerken kaseyle gelince bayağı şaşırdık. Eski usül kafaya diker gibi içmek gerçekten komik oluyor ama yapacak bir şey yok. İnsan belli bir süre sonra alışıyor zaten :P












Açıkçası kahvaltı bakımından bizim Türk damak tadına çok da uygun bir yer olduğunu düşünmüyorum. Açık büfeyi seven bir insansanız size biraz boş gelecektir. Menüde tuzlu çeşidi olarak bir omlet bir de yine bizim yediğimiz peynirli croissant var. Diğerleri tam Avrupa kahvaltısı, yani tatlı şeyler içeriyor. Ancak bir kez de olsa deneyin, fikriniz olsun derim. Bir de reçellerinden evinize bir kavanoz alın, kesinlikle pişman olmazsınız! Son olarak Türkiye'de biri Kanyon'da, biri İstinye Park'ta diğeri de Suadiye'de olmak üzere sadece 3 şube olduğunu söylemeden geçmek istemiyorum. Şimdiden afiyet olsun herkese ;)