Güneybatı İspanya'da bulunan Sevilla, Endülüs bölgesinin en büyük şehridir. Eski Romalıların Betis dedikleri daha sonra ise “Büyük Su Yolu anlamına gelen Guadalquivir nehri boyunca uzanan, Keşifler çağının altın şehri, çapkınlığı ile dillere destan (aslında Madrid yakınında yaşadığı bilinen bir Kont olan) Don Juan’ın, baştan çıkaran, yürek yakan Carmen’in yaşadığı, Kristof Kolomb’un seferlerine çıktığı ve mezarının bulunduğu ve Don Kişotun yazıldığı Sevilla, Endülüs bölgesinin sanat, kültür ve ekonomi merkezidir. Çok eski bir tarihi olan Sevilla 712-1248 Emevîler yönetiminde en parlak dönemini yaşamıştır. Birçok tarihî sanat yapıtıyla (Sevilla Katedrali ve La Giralda, Alkazar Sarayı vb.) süslü olan kent, İspanya’nın en önemli turizm merkezlerinden biridir. Dünya'nın üçüncü büyük katedrali Sevilla'da bulunuyor. Ayrıca Sevilla, İspanya'nın flamenko merkezi olarak da kabul edilmektedir.

İlk olarak La Giralda'dan ve La Giralda'nın bulunduğu Sevilla Katedrali'nden bahsetmek istiyorum. Endülüs döneminden kalan Alhomad Camii’nin üzerine gotik ve barok tarzda inşa edilen bu devasa katedral, Dünya'nın üçüncü büyük katedralidir. Camiden geriye kalan minarenin - sonradan Sevilla’nın sembolü olan La Giralda çan kulesinin - yüksekliği 97,5 metre (320 feet) olup ortaçağ kentin en önemli simgelerinden biridir. Kulenin üçte ikisi Endülüs dönemine ait eski minare olup geri kalan üçte biri (üst kısımı) ise İspanya Rönesans mimarisidir. Kulenin tepesinde bulunmuş bakır yapmı yerküresi 1365 yılında meydana gelen depremde düşünce hristiyanlar haç ve çan ilave ederek yerküresini tekrar yerleştirdiler. Giralda 1987 yılında UNESCO Dünya Mirasları listesine eklenenmiştir.
Şehrin bir diğer önemli noktası İslam sanatının tüm inceliklerini görebileceğiniz Alcazar Sarayı'dır. Sevilla’nın Kestilyalıların eline geçmesinden sonra bir kısmı yıkılarak bir sonraki halini almış. Hatta Sevilla’yı alan III. Ferdinand burada ikamet etmiş ve burada ölmüştür. Sevilla depreminin ardından sarayın pek çok bölümünün yıkılmasından sonra I.Pedro El-Cruel tarafından Müslüman usta ve işçilere yeniden yaptırılarak günümüze kadar gelmesi sağlanmıştır. Alcazar sarayına Puerto del Leon ( Aslanlı Kapı) ‘dan giriliyor. Bu kapı üzerinde Sevilla seramiklerinden elinden haç tutan bir aslan bulunmakta. Sarayın girişinde Virgilio’nun sözü olan: “Her şeye hazırlıklı ol!” yazıyor.
Sarayın hemen karşısında Amerika Arşivleri Binası var, katedralin hemen yanında da Başpiskoposluk Sarayı bulunuyor. İsmi Arapça’dan İspanyol diline girmiş olan Al-Kasr kelimesinden gelmektedir. Müdahhidler döneminde Toledo’lu mimar Calubi tarafından yapımına başlanan saray o günlerde geniş bahçeleri ile göz kamaştırıyormuş. Avlunun alt kısımları arap stiline sahipken üst katları V.Carlos tarafından rönesans stilinde inşa edilmiş. Patio de las Doncellas avlusundan sarayın küçük kilisesine, elçiler salonuna ve kralların dinlenme odalarına geçişler bulunmaktadır. Arka avludan geçince Jardin del Estanque (Dans bahçesi), Jardin de las Flores (çiçek bahçesi) , Jardin de los Poetas (şairler bahçesi), Jardin del Estanque (havuz bahçesi) gibi pek çok bölümleri olan birbirinden güzel bahçelerin bulunduğunu görebilirsiniz.
Gezimize şehrin ortasından geçen Guadalquivir Nehri’ne doğru devam ediyoruz. Yolun solunda kral için yapılıp sonra turizmin hizmetine sunulan masalsı güzellikteki Alfonso XIII Oteli’ni ve San Telmo Sarayı’nı; Nehir kıyısına vardığınızda sağa doğru ilerleyince, 1220 yılında Müdavvidler döneminde şehrin güvenliği için yaptırılan surların alt bölümünde bulunan ve günümüzde Deniz Müzesi olarak hizmet veren Torre del Oro (Altın Kule) 'yu görebilirsiniz. Nehrin karşı kıyısına zincirler gerilerek gemilerin geçişi kontrol altında tutuluyormuş. Buranın, Alcazar sarayına kadar uzanan surların bir devamı olduğu biliniyor. Halen surlar şehrin muhtelif yerlerinde görülebilir. 12 köşeli bir yapıya sahip olan Torre del Oro'ya çatısı altından yapıldığı için bu ismin verildiği düşünülüyor.
Kuleninde bulundugu El Arenal (Santa Cruz yakası) bölgesinde arena, Magdenala Kilisesi, güzel sanatlar müzesi ve Opera binası da bulunuyor. Benim gittiğim dönemde (kış dönemi) Arena'da boğa güreşleri olmadığından izleyemedim ama olsaydı da izlermiydim tartışılır! Aralık ayında gitmiş olmama rağmen her yerde ağaçlarda bolca turunçgil görülüyordu. Sevilla için yarısı turuncu yarısı da mor bir şehir denebilir. Neden mi? Şehirdeki ana caddelerin her iki tarafını süsleyen mor Jakaranda ağaçları, şehre mor bulutlarla kaplanmış havası veriyor. Jakaranda'nın hikayesini biliyor musunuz? Bilmeyenler için İspanyolların anlattığı hikayeyi şöyle anlatabiliriz: Güney Amerika'dan Sevilla'ya gelen Jakaranda'nın öyküsüdür bu. Arjantin'in bir köyünde babasıyla yaşayan menekşe gözlü, siyah saçlı çok güzel bir kız varmış, adı Pilar. Pilar Mbrete'ye aşık olmuş ama babası bu aşkı istememiş. Onlar da kaçmışlar ve nehir boyunda bir yerlerde kendilerine bir kulübe yapıp saklanmışlar. Birgün, kıskanç baba Pilar'la sevgilisini bulmuş. İkisini de öldürmüş ve bedenlerini toprağın üstünde kanlar içinde bırakmış. Ertesi gün tekrar geldiğinde onları bıraktığı yerde, kızının gözleri gibi mavi mor çiçeklerle dolu bir ağaç varmış. Jacaranda mimosifolia, Pilar'ın gözleri gibi mavi mor çiçekli, on metreye kadar büyüyen bir ağaç. Sevilla'da bu ağaç bazı caddelerin kenarlarında, meydanların etrafında yoğun olarak var. Şehre müthiş bir güzellik katarken dökülen çiçeklere bastığınızda ayağınız hafifçe yere yapışıyor.
Avrupa'daki birçok şehri gezen biri olarak Sevilla'nın çok farklı bir yerde olduğunu söyleyebilirim. Barındırdığı farklı kültürler ve bu kültürlerden biri olan Endülüs Emevileri'nin şehre bıraktıkları insanı geçmişe sürüklüyor. Özellikle İslam Sanatı ile ilgilenenlerin listesinde kesinlikle ilk sıralarda olmalı. Herkese iyi gezmeler şimdiden :)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder