2003 yılında Paris'e ilk gittiğimde ailemle birlikteydim ve Eiffel Kulesine birlikte çıkmıştık. Kulede herkesi sevgilisiyle romantizmin doruklarında görünce bir kere daha ve bu kez sevgilimle geleceğime söz vermiştim kendi kendime. Bu yıl Londra'da yaşamanın avantajını da göz önünde bulundurarak eşimle birlikte 14 Şubat Sevgililer Gününü Paris'te kutlamaya karar verdik :) Londra'dan Paris'e gitmenin avantajı derken tam olarak şunu kastediyorum, havayolları tek yön 79 pound gibi bir rakama uçuyor, ki bahsettiğim havayolları British Airways, KLM, Air France gibi kaliteli firmalar. Bu rotada çok alternatif olduğu için Ryan Air maalesef Paris'e uçmuyor :) Kanaldan geçerek gitmek isteyenler için Eurostar hızlı trenleri ve bir de otobüsle Eurolines var. Feribotla Dover'dan Calais Limanına geçiliyor.
Daha önce ikimizin de gittiğinde edindiği kötü izlenimden dolayı otelimizi 1. bölgede tuttuk. Paris'in güvenliği pek iyi değil malum, Champs-Elysees'de olmadığınız sürece kendinizi güvende hissetmek biraz zor. Otelimizin adı Hotel du Lion D'Or idi ancak tavsiye etmiyoruz. Lokasyon olarak Louvre Müzesi'ne yürüyerek iki dakika, Champs-Elysees'ye ise 10 dakika uzaklıktaydı ama otelde restorasyon olduğundan özellikle haftaiçine denk gelirseniz sabah erken saatlerde çalışma başladığı için uyumak mümkün değil.
Paristeki ilk durağımız eşimin isteği üzerine Louvre Müzesi oldu. İyiki ilk olarak oradan başlamışız! Çünkü şimdiye kadar birçok müze gezdim ama bu kadar büyüğü Avrupa'da yok diyebilirim rahatlıkla. Şöyle söyleyeyim; British Museum + National Gallery + Victoria & Albert Museum (İngiltere'nin en büyük 3 müzesi) bir Louvre etmez toplamda büyüklük olarak. Biz beş saat hiç durmadan ancak dört katın üç katını gezebildik ki bi katta atladığımız bölümler de oldu. Louvre benim gibi müzeleri çok seven birini bile bezdirdi diyebilirim! Hatta biz artık müzeden nefret ettiren müze diyoruz kendisine :) İnanılmaz geniş ve zengin bir koleksiyonu olduğunu çok rahatlıkla söyleyebilirim. Diğer bir deyişle iyi toplamışlar (!). Özellikle bazı bölümlerde (örneğin Mısır ve İran uygarlıkları bölümünde) sarayı komple taşımışlar mesela. Mona Lisa'nın burada olduğunu söylemeden de geçmemek lazım tabiki. Koleksiyonların detayına pek girmeyeceğim çünkü Louvre'u anlatmaya kalkarsam 5 sayfalık ayrı bir yazı yazmam gerekir. Benim size tavsiyem Paris'e gitmeyi düşünüyorsanız ve müze gezmeyi seviyorsanız bir tam gününüzü ayırmanız yönünde olacak. Kesinlikle kaçırılmaması gereken bir yer.
Louvre'dan çıkışta aslında pek halimiz kalmamıştı ama Orsay Müzesi'nin de görmeyi çok isiyorduk ve hemen Louvre'un karşısında oluşu bizi oraya doğru sürükledi. Seine Nehrinin üzerindeki Pont des Arts köprüsünden Orsay'a doğru geçtik. Köprünün demirlerinde asma kilitler göreceksiniz, bu kilitleri sevgililer aşklarını sonsuzlaştırmak için takıyor ve anahtarını Seine Nehrine atıyormuş. Kocaman ve rengarenk binbir çeşit kilit görebilirsiniz burada :) Louvre Müzesi'nden sonra eski bir tren garından müzeye dönüştürülen Orsay bize ufacık bir müze gibi geldi ama şunu söylemeliyim ki bütün Fransız ressamların resimleri orada toplanmış. Müzenin çok geniş bir Matisse, Monet, Manet ve Pisarro koleksiyonu var. Van Gogh'un en meşhur resimleri de burada diyebilirim. Özellikle resim meraklılarına tavsiye ediyorum ama bir diğer tavsiyem de sıkılmamak için önce Orsay'ı gezin, sonra Louvre Müzesi'ne geçin.
Müze gezilerimizi bitirdikten sonra yemek yemek için Champs-Elysees'ye doğru yola çıktık. Cumartesi akşamı olmasından da kaynaklanan bir canlılık vardı caddede. Fransız yemekleri bize pek cazip gelmedi pek açıkçası. özellikle tam da bir restaurant'a girmeye karar vermişken dışarıda balıkların yanında sülükleri de birlikte servis ettiklerini görmemizle başka bir yere doğru ilerlememiz bir oldu. Neyseki İtalyan mutfağı her yerde yaygın da bizi aç kalmaktan kurtardı. Her ne kadar ısrarla Fransız Mutfağından yemek istesek de akşam yemekleri için pek başarılı bulmadığımızdan her seferinde vazgeçtik. İkinci gün Fransız Restaurant'ında yedik örneğin ama bu sefer de tercihlerimiz en risksiz olarak nitelediğimiz et ve tavuktan yana oldu. Ancak kuzu tam bir faciaydı, bu son denememiz oldu fransız restaurantı ve mutfağıyla ilgili :) Kahvaltıda omletleri, kruvasanı, reçelleri tavsiye edebilirim ama benden size tavsiye risk almak istemiyorsanız akşam yemeklerinde italyan restaurantlarını tercih edin. Gurme kısmından bahsetmişken söylemeden geçmek istemiyorum, bir arkadaşımın tavsiyesi üzerine creme brule yemek için Amelie'nin kafesi olarak meşhur olan Cafe des 2 Moulins'e de gittik. Moulin Rouge'un hemen yan sokağında bulunan Cafe'nin hiçbir ekstrası olmadığını belirtmeliyim. Sadece film orda geçtiği için ünlenmiş sıradan bir kafe ayrıca creme bruleyi de hiç beğenmedik.
Paris'e kadar gelmişken Notre Dame Katedrali ve Sacre Coeur Kilisesi'ni görmeden olmaz diye düşündük. Notre Dame'ı görünce daha önce gördüğüm diğer kilise ve katedrallerden ne kadar farklı olduğunu düşündüm ilk olarak. Büyük olmasının yanında, 12. yy'da yapılan binanın mimarisi de yapımının neden 170 yıl sürdüğünü açıklayabilir. Katedralin içindeki heykeller ve cam boyamaların da çok etkileyici olduğunu belirtmeliyim. Sacro Cuore ise daha küçük bir kilise ancak Montmarte'de bir tepede bulunduğu için manzarası çok güzel. Eiffel kadar olmasa da Paris'in büyük bir kısmını ayaklarınızın altında görebiliyorsunuz.
Sömester tatili olduğu için mi yoksa 14 Şubat olduğu için mi bilmiyorum ama Paris'te nereye gitsek inanılmaz kalabalıktı. Paris yılın her dönemi çok turist alan bir şehir olmasına rağmen yerel halkın sanki hiç alışık değil gibi bakması da açıkçası bizi çok şaşırttı. Londra'yı gördükten ve yaşadıktan sonra eşim de ben de Pariste kültürel entegrasyonun sağlamadığını düşünüyoruz. Neyse, biz gezimize devam edersek, bir günümüzü Disneyland'da geçirdik ama sıra beklemekten çoğunu gezemedik! Disneyland başka bir yazının konusu olduğu için şimdi anlatmıyorum :) Asıl gidiş amacımızı gerçekleştirmek için 14 Şubat'ta Eiffel Kulesi'ne gittiğimizde gördüğümüz sırayla biraz hayal kırıklığına uğramış olsak da, 40 dk beklemenin ardından kuleye çıkabildik ama ancak 1. katına! Çünkü orada da en tepeye çıkabilmek için kullanılan asansörde 45 dk'lık başka bir sıra vardı ve bizim artık Londra'ya dönme zamanımız geldiğinden en yukarıya çıkamadık ama yine de amacımızı gerçekleştirmiş olduk ve dolu dolu bir Paris tatili ve sevgililer günü geçirdik :)
Paris'i görmeyenlere tavsiye ediyorum ancak üç gün kısa bir süre, özellikle Disneyland'a gidecekler için beş altı günlüğüne gitmeleri daha iyi olur. İyi gezmeler herkese :)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder